http://www.anayasa.gov.tr/ydonum/k36.htm
Anayasa
Mahkemesi Başkanı
Ahmet
Necdet SEZER’in
Anayasa
Mahkemesi’nin 37. Kuruluş Günü
Törenini
Açış Konuşması
İnsan
hakları ve özgürlüklerinin koruyucusu, demokratik, lâik ve sosyal hukuk
devletinin güvencesi olan Anayasa Mahkemesi’nin 37. Kuruluş Yıldönümü Kutlama
Töreni’ne katılarak bizleri onurlandıran tüm konuklara en iyi dileklerle
saygılar sunuyorum.
Geçtiğimiz
yıl aramızdan ayrılan Anayasa Mahkemesi Emekli Başkanı değerli yargıç Ahmet
BOYACIO?LU’na Tanrı’dan rahmet diliyor; Anayasa yargısına yaptığı değerli
hizmetleri şükranla anıyorum.
Toplumsal
örgütlenmenin ulaştığı çağdaş düzen, “çoğulcu, demokratik, hukuk devleti”dir.
“Hukuk devleti” çağdaş devletin belirleyici niteliğidir.
Demokratik
toplum, “çoğulcu demokrasi” ve “İnsan hakları yargısını” içermekte ve güvence
altına almaktadır. Bu öğelerden birinin olmaması ya da içeriğinin yetersiz
olması toplum düzeninin demokratikliğinin tartışılmasına neden olmaktadır.
İnsan
Hakları Evrensel Bildirgesi’nin Birleşmiş Milletler Genel Kurul’unda kabul
edilişinden bu güne kadar geçen elli yıl içerisinde insan hakları hukukunun
temelleri atılmıştır. Ancak bugün, insanlığa karşı işlenen suçlar ve
uluslararası ceza hukuku tartışılmaya başlanmıştır. Genelde “temel hak ve
özgürlükler” olarak belirtilen insan hakları kavramı, ulusal hukukların
sınırlarını aşmış, içeriğini insan haklarını oluşturan çok taraflı uluslararası
anlaşmalarla ulusal bir sorun olmaktan çıkmış, uygar toplumların olmazsa olmaz
koşulu durumuna gelmiştir.
Türkiye
Cumhuriyeti, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni kabul etmiş; insan haklarıyla
ilgili pek çok sözleşmeyi de imzalamıştır. Anayasa’nın 2. maddesinde, “insan
haklarına saygı”, Türkiye Cumhuriyeti’nin değiştirilemez nitelikleri arasında
sayılmıştır. Anayasa’da insan hakları ve özgürlükleri, doğal haklar anlayışına
uygun olarak insan kişiliğine bağlı değerler olarak kabul edilmiştir. İnsan
hakları, demokratik toplum düzeni içinde insan olmanın, insanca yaşayabilmenin
vazgeçilmez koşuludur.
İnsan
haklarına saygılı, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye
Cumhuriyeti’nde de insan hak ve özgürlüklerinin çağdaş, evrensel standartlara
uygun olarak korunması ve geliştirilmesi zorunludur.
1982
Anayasasında, 12 Eylül 1980 öncesinde yaşananlara bir tepki olarak temel hak ve
özgürlükler önemli ölçüde sınırlandırılmıştır. Bunun sonucu olarak, Türkiye de,
düşünceyi açıklama özgürlüğünün hukuksal boyutlarıyla ilgili sorunlar ortaya
çıkmıştır. Demokrasi yönünden taşıdığı yaşamsal önem herkes tarafından
bilinmesine karşın, düşünceyi açıklama özgürlüğünün önündeki engeller
aşılamamış, düşünce suçlarına yönelik yasal düzenlemeler yapılamamıştır.
Anayasalar
ve yasalarda insan hak ve özgürlüklerine verilen yer, ulusların kültür ve
uygarlık alanında ulaştıkları düzeyin bir göstergesi olarak kabul edilmektedir.
Tüm özgürlükler ile ilişkili olan düşünce özgürlüğü ise ülkelerin demokratik
niteliğinin saptanmasında en belirgin ölçü sayılmaktadır.
Düşünceyi
açıklama özgürlüğünün önemi, her şeyden önce onun başka bir çok özgürlüğün
kaynağını veya temelini oluşturmasından ileri gelmektedir. Kişinin varlığının
temeli olan düşünce ve düşünceyi açıklama özgürlüğü, demokrasinin de temeli ve
ayrılmaz bir parçasıdır.
Çağdaş
demokrasilerde, düşünceyi açıklama özgürlüğüne, diğer özgürlüklerin
gerçekleştirilebilmesi yönünden taşıdığı önem gözetilerek daha ayrıcalıklı ve
üstün bir yer verilmiştir. Düşünce özgürlüğünün bu konumu onun en az
sınırlandırılmasını zorunlu kılmaktadır. Çoğulcu demokratik ülkelerde, toplumun
yerleşik değerlerine ters gelen düşünceler de tam bir özgürlük içinde açıklanıp
tartışılabilmektedir.
Düşünce
özgürlüğü, insanın serbest biçimde bilgiye ve düşünceye ulaşabilmesi,
düşüncesini serbest biçimde açıklayabilmesi, başkalarına iletebilmesi, düşünce
ve kanaatleri nedeniyle suçlanamamasıdır. Kişinin iç dünyasında kalan,
açıklamadığı veya açıklayamadığı düşüncelerin korunması düşünceyi açıklama
özgürlüğü olarak kabul edilemez. Asıl özgürlük düşüncelerin serbestçe
açıklanabilmesi ve yayılabilmesidir. Diğer hak ve özgürlüklerin
gerçekleştirilebilmesi yönünden de düşünce özgürlüğünün bugün ayrıcalıklı bir
konumu bulunmaktadır.
Öğretide,
“düşünce özgürlüğü” sözcükleriyle her zaman düşünceyi açıklama özgürlüğü
anlatılmak istenmiştir. Bu özgürlük, düşünce ve kanaatlerini açıklamama
özgürlüğünü de içerir. Düşünceyi açıklama özgürlüğü, olumsuz statü hakları
olarak nitelendirilen kamu özgürlüklerindendir. Başka bir anlatımla, bu bireysel
bir özgürlüktür.
Düşünceyi
açıklama özgürlüğü, bireysel bir özgürlük olmasına karşın, demokrasinin işlemesi
yönünden de toplumsal bir önem taşır. Demokrasinin vazgeçilmez öğesi olan
çoğulculuk, kişilerin siyasal örgütlenmesi yanında, toplumsal örgütlenmesini de
gerektirir. Demokratik bir örgütlenmenin olanaksız olduğu durumlarda, kuşkusuz
düşünceyi açıklama özgürlüğünden de söz edilemez. Kişinin siyasal görüşlerini
açıklayabilmesi, demokratik bir toplumun temellerinden birini oluşturur.
Alman
Anayasa Mahkemesi de, çeşitli kararlarında düşünce özgürlüğünün özgürlükçü
demokratik düzen için kurucu bir nitelik taşıdığını çünkü, bu düzenin hayat
öğesi olan sürekli düşünsel hesaplaşmayı, düşüncelerin savaşmasını ancak bu
özgürlüğün olanaklı kıldığını belirtmiştir.
Çoğulcu
demokrasilerde, azınlığa “çoğunluk durumuna geçebilme” hakkı tanınır. Bu hak,
kendisine bağlı olarak düşünceyi açıklama özgürlüğü ile birlikte diğer tüm hak
ve özgürlükleri de beraberinde getirir. Demokrasi anlayışı, hak ve özgürlüklerle
ayrılamaz bir bütün oluşturur. Özgürlüklerin bulunmadığı yerde demokraside
yoktur.
Düşünceyi
açıklama özgürlüğü, gerçek kişiler için olduğu kadar tüzel kişiler yönünden de
temel bir haktır. Dernekler, sendikalar ve siyasal partiler, organları
aracılığıyla düşünce açıklamasında bulunabilirler.
Ayrıca
basın özgürlüğü, bilim ve sanat özgürlüğü, süreli ve süresiz yayın hakkı, dernek
kurma özgürlüğü, toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkı gibi hak ve
özgürlükler de düşünceyi açıklama özgürlüğünün uzantısı ve tamamlayıcısı
niteliğindedir. Düşünce özgürlüğü, içeriğinin genişliği nedeniyle diğer kamu
özgürlüklerinden farklı bir konumdadır. Bu özgürlük, pek çok özgürlüğe kaynaklık
eder. Düşünce ve kanaatler basılmış biçimde yayınlandığında basın özgürlüğü,
bilim ve sanat araçlarıyla açıklandığında bilim ve sanat özgürlüğü adını alır.
Basın özgürlüğü, düşünce açıklama özgürlüğünü tamamlayan ve onun kullanılmasını
sağlayan bir özgürlüktür. Basın ve haberleşme özgürlüğünün ilk koşulu her türlü,
haber düşünce ve kanıların serbestçe açıklanabilme, öğrenilebilme ve
toplanabilme olanağının bulunmasıdır. Basın ve haberleşme özgürlüğü, kaynağını
düşünceyi açıklama özgürlüğünde bulmaktadır. Basın ve haberleşme özgürlüğünün
bir gereği olan düşünceyi serbestçe açıklayabilme hakkının kullanılabilmesi
için, haber, düşünce ve kanıları serbestçe yayma hakkının bulunması gerekir.
Haberleşme özgürlüğünün başlıca öğesi olan basın özgürlüğü, düşünce özgürlüğünün
sonucu ve uzantısıdır.
Düşünce
özgürlüğü, dernek kurma, seçme ve seçilme hakları ile de sıkı bir bağlantı
içindedir. Çünkü demokrasi, seçme ve seçilme haklarını kullanacakların bilinçli
karara varabilmeleri için serbestçe haberleşme olanaklarına sahip olmalarıyla
gerçekleşir. İnsanların bir araya gelerek düşüncelerini birbirlerine
açıklamalarını sağlayan toplantı ve dernek kurma özgürlükleri de nitelikleri
gereği düşünce özgürlüğüne bağlıdır.
Demokrasi
için siyasal partiler ve vatandaşların seçme ve seçilme hakkına sahip olmaları
yeterli değildir. Bilgi edinme, düşüncelerini açıklama ve yayma özgürlüğü
olmadan demokratik sistemin etkinliğinden söz edilemez.
Çağdaş
toplumlarda, özgür, eleştiri yapabilen bireyler ve basın, haberleşme araçlarına
ulaşabilme ve siyasal etkinliklerle ilgilenebilme, örgütlenebilme gibi
özellikler demokrasiyle yakından ilgilidir.
Düşünceyi
açıklama özgürlüğü ile kamuoyu arasında da sıkı bir bağ bulunmaktadır. Gerçekten
bu iki kavram birbirini etkiler. Toplumda aydın bir kamuoyunun varlığı,
kamuoyunun oluşmasını sağlayacak araç ve olanaklar gerektirir. Kamuoyunun
belirmesinin koşulu da, her şeyden önce, düşüncelerin her türlü araçla
açıklanabilmesi ve yayılabilmesidir.
Kamuoyu,
olaylar ve sorunlar üzerinde herkesin özgürce düşünce açıklayabildiği, eleştiri
yapabildiği, değişik yorumların, tezlerin tartışıldığı bir ortamda gelişip
olgunlaşabilir. Başka bir anlatımla, düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğü,
kamuoyunun da temelini oluşturur.
Görüldüğü
gibi düşünce özgürlüğünden, düşünce ve kanaatlerin çeşitli araç ve yollarla
serbestçe açıklanması ve yayılması anlaşılmaktadır. Düşünce özgürlüğü sosyal
gelişmelerin temel koşuludur. Toplumun demokratik yapısının en önemli
göstergelerinden birisidir. Bu özgürlük, tüm anayasalarda güvenceye alınmıştır.
1961
Anayasası’nın “düşünce hürriyeti” başlıklı 20. maddesinde, “Herkes, düşünce ve
kanaat hürriyetine sahiptir; düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim ile veya
başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklayabilir ve yayabilir”
denilerek düşünce ve kanaat özgürlüğü ile düşünceyi açıklayıp yayma özgürlüğü
birlikte düzenlenmiştir. Maddede özgürlüğün sınırlandırılmasına ilişkin herhangi
bir kurala da yer verilmemişti.
1961
Anayasası döneminde Anayasa Mahkemesi, (8.4.1963 günlü E.1963/16-17 K.1963/83-84
sayılı kararlar) “düşünce”nin başkalarına açıklanmadığı, kişinin iç dünyasında
kaldığı sürece sınırsız olduğunu, ancak, düşünce açıklanarak bireysel alandan
toplumsal alana geçtiğinde, düşünceyi açıklama özgürlüğünün Anayasa’nın 11.
maddesine göre sınırlandırılabileceğini belirtmiştir.
Öğretide,
Anayasa Mahkemesi’nin Anayasası’nın 11. maddesini yasa koyucuya genel sınırlama
yetkisi veren bir kural olarak görmesini benimseyenler olduğu kadar eleştirenler
de olmuştur. 1971 yılında yapılan Anayasa değişikliğinde, 11. madde genel
sınırlama kuralı durumuna getirilmek istenmişse de tartışmalar son bulmamıştır.
1982
Anayasası’nda, düşünce özgürlüğü yönünden sınırlayıcı, kimi konularda
yasaklayıcı düzenlemeler öngörülerek 1961 Anayasası’ndakilerden oldukça farklı
bir sistem getirildi.
1982
Anayasasında düşünce özgürlüğü, “düşünce ve kanaat özgürlüğü” ve “düşünceyi
açıklama ve yayma özgürlüğü” olarak iki ayrı maddede düzenlenmiştir. Anayasanın
düşünce ve kanaat hürriyeti başlıklı 25. maddesine göre, herkes, düşünce ve
kanaat özgürlüğüne sahiptir; her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce
ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz
ve suçlanamaz.
Her ne
kadar Anayasa’nın 13. maddesinin son fıkrasında, maddede yer alan genel
sınırlama nedenlerinin temel hak ve özgürlüklerin tümü için geçerli olduğunun
belirtilmesi karşısında, “düşünce ve kanaat özgürlüğü”de 13. maddede belirtilen
nedenlerle sınırlandırılabilmesi öngörülmüş ise de, kişinin kendi iç dünyasıyla
ilgili olan bu özgürlüğün niteliği gereği herhangi bir sınırlamaya bağlı
tutulması olanaksızdır.
Öte
yandan, Anayasa’nın 15. maddesine göre de, düşünce ve kanaat özgürlüğü, savaş,
seferberlik, sıkıyönetim veya olağanüstü durumlarda da ortadan kaldırılamayacak
özgürlüklerdendir. Anayasa’nın 15. ve 25. maddeleri birlikte
değerlendirildiğinde, olağanüstü durumlarda da dokunulamayan düşünce ve kanaat
özgürlüğünün olağan dönemlerde de sınırlandırılmasının olanaksız olduğu sonucuna
varılır.
İnsanın iç
dünyasına, akıl ve sezgilerine dayanan düşüncesini açıklamadan başkaları
tarafından bilinmesi olanaksızdır. Bu nedenle, düşünce özgürlüğü sınırlanamayan
mutlak bir özgürlüktür. Başkalarına açıklanmayan düşünce bir özgürlük de
sayılmayabilir.
Başkalarına açıklanmayan kişinin iç dünyasında kalan düşünce ve kanaatin
anayasal koruma altında olmasının da bir anlamı yoktur. Ancak, maddenin “kimse,
düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz” biçimindeki bölümü,
sağlayabileceği yararlar nedeniyle önem kazanmaktadır.
Çağdaş
demokrasilerde, düşünce özgürlüğü yönünden önemli olan, düşüncelerin özgürce
açıklanabilmesi ve yayılabilmesidir. Açıklanmadığı sürece kişinin iç dünyasında
kalan düşüncelerin korunması yeterli görülemez.
Amerika
Birleşik Devletleri Yüksek Mahkemesi ve Alman Anayasa Mahkemesi pek çok
kararında, düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğünü, diğer tüm özgürlüklerin
zorunlu öğesi olan bir kaynak özgürlük ve siyasal sistemin olmazsa olmaz koşulu
saymıştır. Düşünce özgürlüğü, düşünceleri serbestçe açıklama özgürlüğüdür.
Düşüncelerin başkalarına iletilebildiği durumlarda düşünce özgürlüğü bir anlam
taşır.
1982
Anayasası’nda, düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğü ayrı bir maddede
düzenlemiştir. Anayasa’nın 26. maddesinin birinci fıkrasında, “Herkes, düşünce
ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu
olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet resmî makamların
müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de
kapsar. Bu fıkra hükmü, radyo, televizyon, sinema veya benzeri yollarla yapılan
yayımların izin sistemine bağlanmasına engel değildir” denilmektedir.
Maddenin
ikinci fıkrasında da, bu özgürlüklerin kullanılmasının, suçların önlenmesi,
suçluların cezalandırılması, devlet sırrı olarak usulünce belirtilmiş bilgilerin
açıklanmaması, başkalarının şöhret ve haklarının, özel veya aile hayatlarının
yahut kanunun öngördüğü meslek sırrının korunması veya yargılama görevinin
gereğine uygun olarak yerine getirilmesi amaçlarıyla sınırlanabileceği
belirtilmiştir.
Anayasa’nın temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin 13.
maddesinde ise, temel hak ve özgürlüklerin, Devletin ülkesi ve milletiyle
bölünmez bütünlüğünün, milli egemenliğin, Cumhuriyetin, milli güvenliğin, kamu
düzeninin, genel asayişin, kamu yararının, genel ahlâkın ve genel sağlığın
korunması amacı ile ve ayrıca Anayasanın ilgili maddelerinde öngörülen özel
sebeplerle yasayla sınırlanabileceği ve madde de yer alan genel sınırlama
sebeplerinin temel hak ve özgürlüklerin tümü için geçerli olduğu belirtilmiştir.
Buna göre,
niteliği gereği düşünce ve kanaat özgürlüğü yönünden uygulama alanı olmayan
genel sınırlama nedenleri, düşünceyi açıklama özgürlüğü yönünden
uygulanabilecektir.
Anayasa’nın 26. maddesinin ikinci fıkrasındaki düşünceyi açıklama özgürlüğü için
öngörülen özel sınırlama nedenleriyle 13. maddesi gereğince tüm hak ve
özgürlükler için geçerli olan genel sınırlama nedenleri, 18.5.1954 gününde,
Türkiye tarafından onaylanan “İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair
Sözleşme”nin 10. maddesiyle karşılaştırıldığında, sınırlama nedenlerinin
birbirine benzer, hatta koşut olduğu görülür. Ancak, gerek Anayasa’da gerekse
sözleşmede öngörülen sınırlama nedenleri genel, içerikleri belirsiz, değişik
yorumlara elverişli kavramlardır. Bu durumun farklı uygulamalara neden olacağı
ve ayrıca yargısal denetimi güçleştireceği kuşkusuzdur. Sakıncaların giderilmesi
için, Yasakoyucu’nun çıkaracağı yasalarla bu kavramları somutlaştırması
gerekmektedir.
Düşünceyi
açıklama özgürlüğüne getirilen diğer bir sınırlama nedeni de dil konusundadır.
26. maddenin üçüncü fıkrasında, “Düşüncelerin açıklanması ve yayılmasında
kanunla yasaklanmış olan herhangi bir dil kullanılamaz” denilmektedir.
Oysa,
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde, düşüncelerin açıklanması ve yayılmasında
belli bir dilin kullanılmasının yasaklanabileceğine ilişkin sınırlayıcı bir
kurala yer verilmemiştir.
Anayasa’da
temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasının sınırı olarak “demokratik toplum
düzeninin gerekleri” ve “ölçülülük ilkesi” olmak üzere iki ölçüt öngörülmüştür.
1982
Anayasası’nda, 1961 Anayasası’ndaki “temel hakların özüne dokunma yasağı” yerine
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde de kabul edilen “demokratik toplum düzeninin
gereklerine uygun olma” ölçütü benimsenmiştir.
Bu
ölçütler, yasa koyucunun temel hak ve özgürlükleri sınırlarken uyması gereken
sınırları gösterir. Temel hak ve özgürlüklerin norm alanı, anayasanın kendisi
tarafından daraltılmışsa bu ölçütlerin etkisi sınırlı olacaktır. Nitekim Anayasa
Mahkemesi de (12.1.1971 günlü, E.1969/31, K.1971/3 sayılı karar) bir hakkın ve
özgürlüğün özüne dokunulamayacağı ilkesini, temel hak ve özgürlüklere yalnızca
yasalarla konulacak sınırlandırmalar için söz konusu olduğundan, Anayasa’da
öngörülen bir hak ve özgürlüğün yine Anayasaca sınırlandırılması durumunda,
Anayasa’nın 11. maddesinin uygulanma yeri olamayacağını belirtmiştir.
“Temel
hakların özüne dokunma yasağı” 1961 Anayasası’na 1949 Bonn Anayasası’ndan
alınmıştır. Bir hak ve özgürlüğün özü, onun vazgeçilmez öğesi, dokunulduğunda
hak ve özgürlüğü anlamsız kılacak olan asli çekirdeği olarak tanımlanabilir.
Anayasa
Mahkemesi, (26.11.1986 gün, E.1985/8, K.1986/27 sayılı karar) bir hak ve
özgürlüğün amacına uygun biçimde kullanılmasını son derece zorlaştıran veya bunu
kullanılmaz duruma düşüren kayıtlara bağlı tutulması durumunda, hak ve
özgürlüğün özüne dokunulmuş olacağını belirtmiş; bir hak ve özgürlüğün
kullanılmasını “genel olarak izin alınmasına” bağlanmasına da, hak ve özgürlüğün
özüne dokunmak olarak nitelendirmiştir. (28.1.1964 günlü, E.1963/28, K.1964/8
sayılı karar)
Anayasa’nın 13. maddesinde, temel hak ve hürriyetlerle ilgili genel ve özel
sınırlamaların demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırı olamayacağı ve
öngördükleri amaç dışında kullanılamayacağı belirtilmiştir. Maddede,
sınırlamanın sınırı olarak kabul edilen “demokratik toplum düzeni” ile
amaçlanan, Anayasa’da öngörülen demokrasi anlayışı olmayıp, çoğulcu, özgürlükçü,
çağdaş, demokratik toplum düzeni anlayışıdır. Bu düşünce madde gerekçesinde
şöyle belirtilmiştir: “hak ve hürriyetlere getirilecek sınırlamalar yahut bunlar
konusunda öngörülecek sınırlayıcı tedbirler demokratik rejim anlayışına aykırı
olmamalı, genellikle kabul gören demokratik rejim anlayışı ile uzlaşabilir
olmalıdır.”
Öğretide,
öze dokunma yasağının her temel hakta bir öz bulunduğu varsayımından hareket
edilerek hak öznesine dokunulamaz asgari bir alan sağladığı, buna karşılık,
“demokratik toplum düzeni” kavramının ise özgürlüğe yabancı, demokrasi inancına
ve demokrasiye bağlılığa göre değişen nispi nitelikte bir kavram olduğu, bu
nedenle, öze dokunma yasağının hak ve özgürlüklere daha güçlü bir koruma
sağladığı ileri sürülmüştür.
Çağdaş,
demokratik toplum düzenleri insan haklarına dayanan rejimlerdir. Çağdaş
demokrasilerde, bir hak ve özgürlüğün özüne dokunma, özünü ortadan kaldırma
kabul edilemez. Bu nedenle, “demokratik toplum düzeni gerekleri” kavramı içinde
“öze dokunma yasağı” ölçütü de bulunmaktadır. Aslında bu iki ölçüt, tek bir
ölçütün iki ayrı görünüşüdür. Nitekim Anayasa Mahkemesi’nin 26.11.1986 günlü,
E.1985/8, K.1986/27 sayılı kararında “Klasik demokrasiler, temel hak ve
özgürlüklerin en geniş ölçüde sağlanıp güvence altına alındığı rejimlerdir.
Kişinin sahip olduğu dokunulmaz, vazgeçilmez, devredilmez temel hak ve
özgürlüklerin özüne dokunulup tümüyle kullanılmaz duruma getiren kısıtlamalar,
demokratik toplum düzeninin gerekleriyle uyum içinde sayılamaz. Özgürlükçü olmak
yanında, hukuk devleti olmak ve kişiyi ön planda tutmak da aynı rejimin
öğelerindendir... Bu anlayış içinde özgürlüklerin yalnızca ne ölçüde
kısıtlandığı değil, kısıtlamanın koşulları, nedeni, yöntemi, kısıtlamaya karşı
öngörülen kanun yolları, hep demokratik toplum düzeni kavramı içerisinde
değerlendirilir. Özgürlükler, ancak istisnai olarak ve demokratik toplum
düzeninin sürekliliği için zorunlu olduğu ölçüde sınırlandırılabilirler.
Demokratik hukuk devletinde, güdülen amaç ne olursa olsun, özgürlük
kısıtlamalarının, bu rejimlere özgü olmayan yöntemlerle yapılmaması ve belli bir
özgürlüğün kullanılmasını ortadan kaldıracak düzeye vardırmamasıdır” denilerek
“demokratik toplum düzeninin gerekleri” ölçütü yanında “öz güvencesi”ne de yer
verilmiştir.
Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 8, 9, 10 ve 11. maddelerinde de yer verilen
“demokratik toplumun gerekleri” kavramı sözleşmede tanımlanmamıştır. Ancak,
Avrupa İnsan Hakları Komisyonu ve Divanı, bu kavramı çoğulculuk, hoşgörü ve açık
fikirlilik öğeleriyle tanımlamışlardır. Divan, (7.12.1976 günlü karar) düşünceyi
açıklama özgürlüğü ile demokratik toplumun gerekleri kavramı arasındaki ilişkiyi
şöyle belirtmiştir:
“Sözleşme’nin 10. maddesiyle korunan düşünceyi açıklama özgürlüğü demokratik
toplumun temellerinden biridir. Toplumun ilerlemesi, bireyin gelişmesi için
zorunludur. Bu özgürlük, sadece yararlı veya sadece ilgisiz ya da zararsız bilgi
ve haberlerin alınıp verilmesini değil fakat Devleti veya halkın bir kesimini
düşündüren, sarsan veya onlara aykırı gelen bilgi ve haberleri de içerir.
Demokratik toplumun vazgeçemeyeceği çoğulculuk, hoşgörü ve açık düşünce bunu
gerektirir.”
Türkiye,
Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’na bireysel başvuru hakkını ve Divan’ın bağlayıcı
yargı yetkisini kabul etmiştir. Bu nedenle, sözleşme kuralları ile Türkiye’nin
düşünce özgürlüğüne ve bu özgürlüğün sınırlandırılmasına ilişkin Anayasa ve yasa
kuralları arasında uyum sağlanması zorunluluğu doğmuştur. Bu uyumun
gerçekleştirilebilmesi için düşünce özgürlüğüne ilişkin çeşitli yasaların
“demokratik toplumun gerekleri” ölçütüne uygun biçimde gözden geçirilmesi
gerekmektedir.
Hak ve
özgürlüklerin sınırlandırılmasının sınırı konusundaki ölçülülük ilkesi,
Anayasa’nın 15. maddesinde öngörülmüştür. Buna göre, savaş, seferberlik,
sıkıyönetim veya olağanüstü hallerde, hak ve özgürlüklerin kullanılması “durumun
gerektirdiği ölçüde” durdurulabilir. Olağanüstü durumlarda hak ve özgürlüklerin
sınırlandırılması için kabul edilen bu ölçütün, olağan dönemlerde öncelikle
uygulanması gerekir. Ölçülülük ilkesi, hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasında
“amaç” ile “araç” arasında dengeli bir ilişkinin varlığını gerektirir. Başka bir
anlatımla bu ilke, yasal düzenlemelerde sınırlama aracının sınırlama amacına
ulaşmaya elverişli olmasını, bu aracın sınırlama amacını gerçekleştirme
bakımından gerekli olmasını ve amaçla aracın birbirine karşı ölçüsüz bir oran
içinde bulunmamasını ifade eder.
Tüm hak ve
özgürlüklerin sınırlandırılmalarının sınırı olarak öngörülen “demokratik toplum
düzeninin gerekleri” ve “ölçülülük” ilkeleri, düşünceyi açıklama özgürlüğünün
sınırlandırılmasında da geçerlidir. Ancak, sınırlama nedenleri ile hak ve
özgürlükleri koruma güvenceleri, diğer hak ve özgürlükler için de özel bir
konumu bulunan düşünceyi açıklama özgürlüğü yönünden uygulanırken daha özenli
olunması gerekir. Çünkü, bu özgürlük demokrasi için gereklidir.
Düşünceyi
açıklama özgürlüğünün sınırları, ülkelerin somut koşullarına göre değişim
göstermiştir. Kimi ülkelerde, faşizm ve komünizm gibi nedenlerle özgürlüğü
daraltan kurallar getirilmiştir. Ancak çoğulcu, özgürlükçü demokrasilerde,
düşünce suçuna yer verilmemekte, faşist, ırkçı, ayrımcı, savaş kışkırtıcı
propaganda ile suç işlemeye tahrik eylemleri ise düşünceyi açıklama özgürlüğü
içinde değerlendirilmeyerek suç sayılmaktadır.
Amerika
Birleşik Devletleri Yüksek Mahkemesi, düşünceyi açıklama özgürlüğü konusunda,
1919’lu yıllardan itibaren “açık ve mevcut tehlike” ölçütünü kullanmaya
başlamıştır. Buna göre, düşüncenin açıklanmasının “açık ve mevcut bir tehlike”
oluşturup oluşturmadığına bakılmaktadır. Bir düşüncenin soyut çerçevede
açıklanması, düşünceyi açıklama özgürlüğü olarak algılanmasına karşılık,
açıklanan düşüncenin belirli bir olayda açık ve somut bir tehlike yaratması
durumunda, bu düşünce açıklamasının yasa koyucu tarafından önlenebileceği kabul
edilmektedir. Bu ölçüde, düşünce açıklama özgürlüğü mutlak olarak anayasal
güvence altına alınmakta ve “düşünce suçu”na olanak tanımaktadır.
Düşünceyi
açıklama özgürlüğü konusunda “açık ve mevcut tehlike” ölçütü batı
demokrasilerinin de evrensel ölçütü durumuna gelmiştir.
Temel hak
ve özgürlükler ve özellikle düşünceyi açıklama özgürlüğü için Anayasa ve
yasalarda öngörülen sınırlama ve yasakların çoğu, çağdaş demokrasilerde
genellikle kabul gören ilkelerle bağdaşmadığı gibi bu sınırlama ve yasaklar
özgürlüklerin evrensel standartlarda kullanılmasını engellemektedir.
Türkiye,
insan hakları alanında evrensel normlara uyum sağlamak için Anayasa ve
yasalarında gerekli değişiklikleri yapmak zorundadır. Düşünceyi açıklama
özgürlüğü ile bağdaşmayan yasa kuralları değiştirilmelidir. Anayasa ve yasalar,
özgürlüğü engelleyen öğelerden arındırılmalı, özgürlük alanı genişletilmelidir.
Düşünce özgürlüğü alanında, demokratik değerlere yer verilmelidir
Örneğin,
2098 sayılı Dernekler Kanunu, 2547 sayılı Yüksek Öğretim Kurumu Kanunu, 2820
sayılı Siyasi Partiler Kanunu, 2821 sayılı Sendikalar Kanunu, 2822 sayılı Toplu
Sözleşme, Grev ve Lokavt Kanunu, 2845 sayılı Devlet Güvenlik Mahkemesinin
Kuruluş ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun, 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri
Yürüyüşleri Kanunu, 1402 sayılı Sıkı Yönetim Kanunu, 5680 sayılı Basın Kanunu,
3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu ve Türk Ceza Kanunu, düşünceyi açıklama
özgürlüğüne aykırı kurallar içermektedirler. Öte yandan, bu yasalarda öngörülen
kimi suçların öğeleri, kesin ve belirgin olmayan, kişiye ve zamana göre değişen,
göreceli kavramlarla belirtildiğinde suç olanla olmayan eylem saptanamamaktadır.
Böylece bu tür suçlar, ayrıca Anayasa’nın 38. maddesindeki “suçların yasallığı”
ilkesine de aykırılık oluşturmaktadırlar. Ancak, bu yasaların büyük bölümü 12
Eylül 1980’ den sonra çıkarılmış veya değiştirilmiş olduklarından Anayasa’nın
geçici 15. maddesinin üçüncü fıkrası gereğince, Anayasa’ya uygunluk denetimi
yapılamamaktadır. Bu nedenle, özgürlükler önündeki yasal engelleri aşma
çabasında olan Anayasa Mahkemesi kararları ile sorunun çözülmesi olanağı
bulunmamaktadır. Düşünceyi açıklama özgürlüğünün tam olarak sağlanabilmesi için
bu yasalarda içeriği demokratik toplum düzeninin gereklerine uygun
değişikliklerin yapılması zorunludur.
Toplumun
ilerlemesi, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli olan
düşünceyi açıklama özgürlüğü, demokratik toplum temellerinden biridir;
özgürlükçü ve çoğulcu demokratik düzenin kurucu öğesidir. Bu niteliği gereği,
sınırlamaya en az elverişli özgürlükler arasında yer almaktadır. Eylem çağrısı
yapılmayan, eyleme yönelmemiş soyut düşünce açıklamaları suç sayılmamalıdır.
Soyut bir düşünce açıklaması ile yasaya aykırı eylemlere çağrı niteliğindeki her
türlü düşünce açıklamalarını birbirinden ayırmak gerekir. Burada önemli olan,
açıklanan düşüncenin konusu değil, düşüncenin niteliği, yöneldiği amaçtır. Hangi
nitelikteki düşünce açıklamalarının eylem çağrısı sayılacağı, her somut olayda
yargı tarafından değerlendirilmelidir.
Ancak,
düşünce açıklama kavramına girmeyen eylemler, yasaklanıp, cezalandırılabilir.
Demokratik ülkelerde, salt düşünce açıklaması cezalandırılamaz. Maddî eyleme
dönüşmeyen düşünce açıklamasının cezalandırıldığı durumlarda, demokrasiden söz
edilemez. Kimi düşüncelerin açıklanmasının yasaklanması, o düşüncedeki
kimselerin özgürlüğünü ortadan kaldırır. Özgürlüğün düşünce açıklanmadan önce
sınırsız olduğu, düşünce açıklandıktan sonra bunun suç oluşturabileceği görüşü
demokratik toplum düzeninin gerekleriyle bağdaşmaz. Açıkça eyleme ve suç
işlemeye tahrik niteliği taşımayan, somut bir tehlike yaratmayan düşünce
açıklamalarının sınırlandırılmaması gerekir. Düşünce açıklaması, eylemden
ayrılmalıdır.
Demokratik
toplumlarda, düşünce açıklamasının değil, eylemin sınırlandırılması söz konusu
olabilir. Eşitlik kuralı, düşüncenin açıklanması özgürlüğün sınırlandırılmasına
olanak vermez. Özgürlüğe getirilen sınır, insan kişiliğine sınır sayıldığından
bu konuda çok özenli davranılması gerekir. Sınırlama, özgürlüğü ortadan
kaldıracak yada onu kullanılmaz duruma getirecek ölçüde olmamalıdır.
Batı
demokrasilerinin en büyük güvencesi, kendi iç dengelerini sağlayan bir yapıya
ulaşmış olmalarıdır. İç dengelerini sağlayamayan toplumlarda, demokrasi böyle
bir güvenceden yoksun kalmaktadır. Kişi hak ve özgürlüklerinin korunması ile
demokratik toplum düzeninin korunması arasında bir denge sağlanması Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi’nde de öngörülmüştür.
Türkiye’de, 1995 yılında yapılan Anayasa değişiklikleri ile bu yönde kimi olumlu
adımlar atılmıştır. Demokratikleşme yolundaki engellerin bir bölümü Anayasa
değişikliklerinden sonra çıkarılan uyum yasaları ile ortadan kaldırılmıştır.
Ancak, 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasası’nda Anayasa’nın 68. ve 69.
maddelerinde yapılan değişikliklere koşut değişiklikler bugüne kadar
yapılmamıştır.
Anayasa ve
yasalardaki sınırlama ve yasakların kaldırılarak, insan hakları yönünden çağdaş
demokrasilerde geçerli olan düzeye ulaşılması çabaları sürmektedir. Düşünce
açıklama özgürlüğüne Anayasa’da daha geniş yer verilmesi yönünde, basın
kuruluşlarımız, sivil toplum örgütleri ve bilim adamlarımız öneriler
yapmaktadır. Böylece oluşacak kamuoyu ve siyasal irade sonucu Anayasa
değişikliğinin gerçekleşmesini umuyoruz. Uygarlık düzeyinin bir göstergesi
olarak kabul edilen ve uluslararası alanda büyük gelişme gösteren insan hakları
hukuku verileri hukukumuza yansıtılmalı, uluslararası sözleşmeler karşısında
Anayasa ve yasa kurallarının gözden geçirilerek, sözleşmelerde öngörülen
evrensel standartlar hukukumuza kazandırılmalıdır.
Sayın
konuklar bir konuya değinerek sözlerime son veriyorum.
Yargıçlar,
Anayasa’ya, yasaya ve hukuka uygun olarak vicdanî kanılarına göre karar
verirler; ancak verdikleri kararları tartışıp, savunmazlar. Mahkeme kararları,
bilimsel yöntemle eleştirilebilirse de verdiği karar nedeniyle hiç bir yargıç
kınanamaz. Mahkemeler, kanıtlanmayan, yasal dayanağı olmayan istemleri yerine
getirme aracı olamaz. Olursa, yargı, hukuk dışına çıkarak özünden yoksun kalır.
Mahkeme kararlarına saygı, herkesten önce yargı mensuplarından beklenir.
Yargının öğesi kimi devlet organlarında, mahkeme kararlarına saygının
sağlanamadığı veya yitirildiği durumlarda başkalarından saygı beklenemez. Bu
nedenle, yargının saygınlığı, tarafsızlığı, güvenirliği ve etkinliği ile
bağdaşmayan, bunları azaltan veya ortadan kaldıran, tutum ve davranışları üzüntü
ile karşıladığımızı belirtmek istiyorum.
Tüm
konuklara en iyi dileklerle saygı sunuyorum.
Ahmet
Necdet SEZER
Anayasa
Mahkemesi Başkanı
http://www.anayasa.gov.tr/ydonum/k37.htm
Anayasa
Mahkemesi Başkanı
Ahmet
Necdet SEZER’in
Anayasa
Mahkemesi’nin 38. Kuruluş Günü
Törenini
Açış Konuşması
Sayın
Cumhurbaşkanım,
İnsan
hakları ve özgürlüklerinin koruyucusu, demokratik, lâik ve sosyal hukuk
devletinin güvencesi olan Anayasa Mahkemesi’nin 38. Kuruluş Yıldönümü Kutlama
Töreni’ne katılarak bizleri onurlandıran Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin
Başkanı Sayın Luzius WILDHABER ve tüm konuklara en iyi dileklerle saygılar
sunuyorum.
Toplumun
gelişme düzeyi ile hukukun gelişme düzeyi bağlantılıdır. Az gelişmiş bir
toplumda ileri bir hukuk düzeninin, gelişmiş bir toplumda ise geri bir hukuk
düzeninin yürürlükte bulunması olanaksızdır. Toplum, hukuk düzenini kendi
gelişme düzeyine getirmektedir.
Nitekim,
yasama ve yürütme üzerinde yargı denetimi güçlendirilen, güvenceli bir özgürlük
sistemi öngörülen, idare içinde özerk kurumlar oluşturulan; devlete yüklenen
ödevlerle hukuk devletinin de ötesine geçilerek sosyal hukuk devletinin
amaçlandığı 1961 Anayasası, yerini, bireyin üstünlüğü ve kurumların özerkliği
yerine devlete önceliğin verildiği, yürütmeye öteki organlar karşısında pek çok
üstünlüğün tanındığı, hak ve özgürlüklere sınırlamalar öngörüldüğü, yargısal
denetimin daraltıldığı 1982 Anayasasına terk etmiştir.
12 Eylül
1980 öncesinde yaşananlara bir tepki olarak 1982 Anayasa’sında, hukuk devleti
ilkesiyle bağdaşmayan bu ilkeyi zedeleyen kimi kurallara yer verilmiştir. Bunun
sonucu olarak, Cumhuriyet’in hukuk devleti niteliğine ilişkin önemli sorunlar
ortaya çıkmıştır.
“Hukuk
devleti”, çağdaş demokrasilerde devletin belirleyici niteliğidir. Anayasa’nın 2.
maddesinde, demokratik bir hukuk devleti olarak nitelenen Türkiye Cumhuriyetinde
de “hukuk devleti” ilkesinin evrensel standartlara uygun olarak
gerçekleştirilmesi, geliştirilmesi ve korunması zorunludur.
1924
Anayasası’nda, hukuk devleti kavramına yer verilmemiş olmasına karşın hukuk
tümüyle lâikleştirilmiş, modern devlet ve demokratik rejim kurulmuştur. Hukuk
devleti kavramına ilk kez 1961 Anayasası’nda yer verilmiştir. 1961 ve 1982
Anayasalarının 2. maddelerine göre, “Türkiye Cumhuriyeti, ... demokratik ... bir
hukuk Devletidir.”
1961
Anayasası’nın hazırlanışı sırasında, demokrasi ve hukuk devleti kavramlarının
birbirinden farklı olduğu, demokrasinin, Devleti, egemenliğin kaynağı ve
kullanımı bakımından, hukuk devletinin ise amaç yönünden tanımladığı, hukuk
devletinin içerik itibariyle adaletli bir hukuk düzeni kurma ve sürdürme amacı
güden siyasal örgütü anlatmak için kullanıldığı kabul edilmiş ve bu nedenle,
“demokratik devlet” nitelemesi ile yetinilmeyerek “hukuk devleti” ilkesine de
Cumhuriyet’in nitelikleri arasında yer verilmiştir.
1961
Anayasası’nın genel gerekçesinde de belirtildiği gibi, Anayasa’da “hukuk
devleti” ilkesi, egemenliğin ulusa geçişinin bir sonucu olan demokratiklik
ilkesine bir güvence olarak getirilmiştir. Anayasanın üstünlüğü ve
bağlayıcılığının ve devlet şeklinin değişmezliği kuralının da güvencesi hukuk
devleti ilkesidir. Bu ilkenin içeriğini ise, başta Anayasa Mahkemesi olmak üzere
diğer yargı yerleri belirler. Türkiye’de, demokrasi ile özdeşleşmiş olan
Cumhuriyet, hukuk devletinin güvencesinden yoksun bırakılamaz. Cumhuriyetin
niteliklerinden olan demokrasi ve hukuk devleti birbirini tamamlamaktadır.
Lâiklik
de, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesinden gelen bir ilkedir. Bu ilkenin
Anayasalarda Cumhuriyetin nitelikleri arasında sayılması, her şeyden önce
demokratik hukuk devletinin varlığını koruması yönünden zorunludur.
Anayasa’nın ll. maddesinde, Anayasa’nın bağlayıcılığı ve üstünlüğü
öngörülmüştür. Hukuk devleti, Anayasa’nın üstünlüğü ve bağlayıcılığının aracı
hatta güvencesidir. Bu nedenle, hukuk devleti ilkesi, Cumhuriyetin diğer
niteliklerinin de güvencesi olması bakımından öncelik kazanmaktadır.
Anayasanın
üstünlüğü, anayasanın hukuk düzeni içinde, en yüksek hukuk kurallarını içermesi
demektir. Anayasa kurallarının kendisinden sonra gelen, tüm yasa kurallarından
üstün olması, bu kuralların tümünün anayasa kurallarına uygun olması
zorunluluğunu doğurur. Ulusal iradeyi temsil eden parlamentoda oluşan çoğunluğun
Anayasaya uygun hareket edip etmediğini incelemek demokrasinin ve özellikle
hukuk devletinin doğal gereğidir. Asıl olan, Anayasa’nın üstünlüğüdür.
Anayasal
düzenlemeler, insan hak ve özgürlüklerinin elde edilmesi veya genişletilmesi
için devlet gücünü kullananlara karşı ve bunların yetkilerini sınırlamak
amacıyla yapılmıştır. Bu gün özgürlükçü demokrasilerin en önemli ilkesi, insanın
devlet için değil, devletin insan için varolduğudur. Aslında, devletin insanlara
karşı korunmaya gereksinimi de yoktur. Toplumda her şey insan hak ve
özgürlüklerini sağlamaya ve bunları geliştirmeye yönelik olmalıdır.
Hukuk
devleti, kişilerin devlet gücü karşısında korunmaları gereksiniminden doğmuştur;
amacı ise, devlet gücünün baskı yönetimine ve kaba kuvvete dönüşmesini
önlemektir. Bu nedenle, hukuk devleti kavramı, devlet gücünün kötüye
kullanılması olasılığına karşı alınması gereken önlemlerin tümünü içerir.
Düzenli
aralıklarla seçim yapılması, ülkedeki yönetimin mutlaka “demokratik hukuk
devleti” olduğunu göstermez. Yönetim, halkın oyu ile belirlendiğinden sadece
biçimsel ölçüt yönünden ülkede “demokrasi” bulunduğundan söz edilebilir. Bu
nedenle, “demokrasi” ile “hukuk devleti” kavramları eşanlamlı değildirler. Ancak
demokrasi, hukuk devletinin gerçekleşmesinin en önemli güvencelerinden
birisidir.
Toplumsal
örgütlenmenin çeşitli aşamalardan sonra ulaştığı en ileri ve çağdaş düzey,
çoğulcu, demokratik “hukuk devleti”dir. Demokratik hukuk devleti, kurallar ve
kurumlar rejimidir; bu kural ve kurumlar bir bütündür. Demokrasilerde, toplumu
yönetmek isteyenlerin herkesten önce demokrasinin bir kuralsızlık, keyfilik
yönetimi olmadığını bilmeleri gerekir. Hukuk devleti, aynı zamanda demokrasiyi
ve demokratik değerleri hukuk düzenine yerleştirme aracıdır. Demokrasi, ancak
hukuk devletinde güvenceye kavuşur. Hukuk devleti ilkesi, tüm özgürlükçü
demokrasilerin temel özelliğidir.
Anayasalarda hukuk devletine ilişkin kurallara yer verilmesine karşın, hukuk
devletinin sağlam bir güvencesinin olmadığı görülmektedir. Nitekim, 1961
Anayasası’nda 1971 ve 1973’te yapılan değişikliklerle temel hak ve özgürlükleri
sınırlama olanakları artırılmış, yargı bağımsızlığı ilkesi zedelenmiştir. 1982
Anayasası’nda Türkiye Cumhuriyeti’nin hukuk devleti niteliğinden biraz daha
uzaklaşılmış; siyasal kararlılığı korumak adına hukuksal kararlılık ve güvenlik
bozulmuş, her zaman geçerli olması gereken hukuk devleti ilkesinin yerleşmesi
güçleşmiştir.
Hukuk
devleti, “hukuku olan devlet” demek değildir. Bu anlamda, her devletin mutlaka
bir hukuku vardır. “Hukuk devleti” bu ilkeye uygun bir hukukun varlığını
gerektirir. Böyle bir hukuk ise, bireyler için hukuk güvenliği sağlayan ve
evrensel ölçülerle uyumlu bir hukuktur. Hukuk devleti, belirli bir hukuk
düzeninde anlam kazanır ve yürürlükteki kuralların içeriği ile nitelenir.
Hukuk
devleti, devletin hukukla bağlanması ve yönetimde kuralların egemen olmasıdır.
Hukuk devleti, siyasal iktidarı sınırlayarak, yürütme erkini ve yönetimi
kurallara bağlayarak aynı zamanda istikrara da hizmet eder. İstikrar hukuksal
güvenlikle sağlanır.
Pek çok
yasa kuralı, “hukuk devleti” ilkesine aykırı görülerek Anayasa Mahkemesi
tarafından iptal edilmiştir. Anayasa Mahkemesi’nin kararlarında (E.1963/124, K.
1963/243, AMKD, Sayı 1, s. 422-439; E.1976/1, K.1976/28, AMKD, Sayı 14, s. 189.)
“hukuk devleti”nin tanımı şöyle yapılmaktadır:
“Hukuk
devletinin temel öğesi, tüm devlet faaliyetlerinin hukuk kurallarına uygun
olmasıdır. Hukuk devleti, insan haklarına saygı gösteren ve bu hakları koruyucu,
adil bir hukuk düzeni kuran ve bunu devam ettirmeye kendini zorunlu sayan ve tüm
faaliyetlerinde hukuka ve Anayasa’ya uyan bir devlet olmak gerekir. Hukuk
devletinde yasa koyucu organ da dahil olmak üzere, devletin tüm organları
üstünde hukukun mutlak bir egemenliğe sahip olması, yasa koyucunun
faaliyetlerinde kendisini her zaman Anayasa ve hukukun üstün kuralları ile bağlı
tutması gerekir. Çünkü, yasanın da üstünde yasa koyucunun bozamayacağı temel
hukuk ilkeleri ve Anayasa vardır. Yasa koyucu bunlardan uzaklaştığı takdirde
meşru olmayan bir tasarrufta bulunmuş olur. Hukukun temel ilkelerine dayanmayan,
Devletin amacı ve varlık nedeniyle bağdaşmayan ve sadece belirli bir zamanda
oluşan geçici bir çoğunluğa dayanılarak çıkarılan yasalar kamu vicdanında
olumsuz tepkiler yaratır. Böyle bir yasa, hukukun yüceliğini yansıtmaz. Böyle
bir yasayı hukuk devletinin tasarrufu niteliğinde saymak olanaksızdır. Devletin
tüm organlarının yaptığı işlemlerin geçerliliği, hukuk devleti ilkesine
uygunluğuna bağlıdır.”
Anayasa
Mahkemesi, daha sonraki kararlarında hukuk devleti ilkesini, bu tanım
çerçevesinde ele almıştır.
Çağdaş
yönetimlerde demokrasinin temeli kabul edilen “hukuk devleti” ilkesi, devletin
hukuka bağlılığını, yasama ve yürütme erklerinin bağımsız yargı tarafından
denetimini ve temel hak ve özgürlüklerin korunmasını gerektirir. Hukuk
devletinde, devletin tüm organlarının işlemleri, Anayasa ve yasalara dayandığı
ve onlara aykırı olmadıkları sürece geçerlidir.
“Hukuk
devleti”, kişilerin hak ve özgürlüklerinin güvence altına alındığı, yönetenlerin
her türlü eylem ve işleminin yargı denetimine bağlı olduğu, böylece kişilere
hukuk güvenliğinin sağlandığı devlet demektir.
Hukuksal
güvenlik, yasaların genel, soyut ve kişilik dışı olmalarını gerektirir.
Yasaların genelliği, benzer durumların aynı kurallara bağlanmasıdır. Yasaların
genelliği ilkesi, Anayasanın 10. maddesindeki “yasa önünde eşitlik” kuralından
da çıkarılabilir.
Yasa
önünde eşitlik ilkesiyle, vatandaşlar arasında dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî
düşünce, felsefi inanç, din ve mezhep ayrımına dayanan bir hukuk düzeni
yaratılamaması öngörülmektedir. Eşitlik ilkesi, ayrıcalık tanınmasını da
yasaklar. Başka bir anlatımla, yasal düzenlemelerle kimi kişilere çıkar
sağlanması da yasa önünde eşitlik ilkesine aykırıdır. Yasa önünde eşitliğin
temelinde “insan onuru” vardır. Kişilerin insan olarak aynı değere sahip
olmaları hukuk karşısında insanların eşit sayılmasını zorunlu kılar. Hukuk
karşısında eşitlik, hukuk devleti ilkesinin zorunlu sonucudur.
Yasalarda
“genellik” ilkesine uyulması, hukuk devleti olabilmenin göstergelerinden
biridir. Yasaların genelliği ilkesi, özel, aktüel ve geçici bir durumu
gözetmeyen, belli bir kişiyi hedef almayan aynı hukuksal durumda bulunan herkesi
kapsayan kuralların koyulmasını zorunlu kılar. Genellik ilkesi, yasa kuralları
için olduğu kadar Anayasa kuralları yönünden de öncelikle zorunludur.
26.6.1996
günlü, 4149 sayılı “832 Sayılı Sayıştay Kanununun Bazı Maddelerinin
Değiştirilmesine Bu Kanuna Bazı Maddeler Eklenmesine Dair Kanun”un kimi
maddelerinin iptali istemiyle açılan davada, “Türkiye Büyük Millet Meclisinin
7.5.1991 tarih ve 138 sayılı kararı ile seçilmiş olan ve halen görev başında
bulunan Sayıştay Birinci Başkanının görev süresinin 832 sayılı Kanun’un bu
kanunla yeniden düzenlenen 5. maddesinde yazılı 7 yıllık süre tamamlandıktan
sonra aynı madde hükümlerine göre sona ereceğine” ilişkin Geçici 1. maddesi,
yasaların genelliği ilkesine uymadığı, belli bir kişiyi hedef aldığı, aynı
hukuksal durumda olanların seçime katılmalarını engellediğinden Anayasanın hukuk
devleti ve yasa önünde eşitlik ilkelerine aykırılık görülerek (20.11.1996 günlü
ve 1996/58-43 sayılı karar) iptal edilmiştir.
Kişilerden
ulusa geçen egemenlik, hukuk devletinde erkler (organlar) tarafından paylaşılır.
Hukuk devletinde, egemenliğin paylaşıldığı organlardan birinin diğerine
üstünlüğünden söz edilemez. Bu nedenle, Anayasanın Başlangıç’ında, “kuvvetler
ayrımının, Devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip,
belli Devlet yetki ve görevlerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı
medeni bir işbölümü ve işbirliği olduğu” belirtilmiştir. Ancak, “demokratik
hukuk devleti”nde Anayasa’nın bağlayıcılığı ve üstünlüğü asıl olduğundan onun
koruyucusu ve gözeticisi olan yargının yasama ve yürütme erklerine karşı eşitler
arasında önde gelen konumda olduğu ileri sürülmüştür.
Hukuk
devletinde, yasama ve yürütme erklerine karşı Anayasa ve hukukun üstünlüğünü
sağlama ve koruma görevi yargınındır. Erkler arasındaki işbölümü ve denge ile
temel hak ve özgürlükler hukuk devleti ilkesinin gerçekleşmesiyle güvence altına
alınabilir.
Devlet
organlarının üstün kurallara bağlılığının sağlandığı ölçüde hukuk devleti
gelişir. Devletin hukuka bağlanması ve hukukla sınırlanması erkler ayrılığı
ilkesi ile gerçekleşir. Yasama ve yürütme organlarının yargı tarafından denetimi
hukuk devletinin gereklerindendir.
Hukuk
devletinin gerçekleşmesinde, yasaların Anayasaya uygunluğunun denetiminin
belirleyici bir işlevi bulunmaktadır. Anayasa’da, yasama organının hukuka
bağlılığını sağlamak üzere Anayasa Mahkemesi , yürütme organı ile idarenin eylem
ve işlemlerini denetlemesi içinde idari yargı yerleri ve Danıştay öngörülmüştür.
Anayasa’nın 148. maddesinin birinci fıkrasının ilk tümcesinde, “Anayasa
Mahkemesinin kanunların , kanun hükmünde kararnamelerin ve Türkiye Büyük Millet
Meclisinin İçtüzüğünün Anayasaya şekil ve esas bakımlarından uygunluğunu
denetlemesi öngörülürken, son tümcesinde, “Ancak, olağanüstü hallerde,
sıkıyönetim ve savaş hallerinde çıkarılan kanun hükmünde kararnamelerin şekil ve
esas bakımından Anayasa’ya aykırılığı iddiasıyla dava açılamayacağı
belirtilmiştir. Bu kural, olağanüstü hal rejimlerinin de “hukuk rejimi” olduğu
düşüncesine aykırıdır. Maddenin ikinci fıkrasında ise, kanunların şekil
bakımından denetlenmesi son oylamanın öngörülen çoğunlukla yapılıp yapılmadığı;
Anayasa değişikliklerinde ise, teklif ve oylama çoğunluğuna ve ivedilikle
görüşülemeyeceği koşuluna uyulup uyulmadığı ile sınırlı tutulmuştur.
Anayasa’nın 121. ve 122. maddelerinde olağanüstü durumlar için öngörülen kanun
hükmünde kararname çıkarma yetkisi, bir yasaya dayanılmadan kullanılan bir
yetkidir. Bu biçimde çıkarılan kanun hükmünde kararnamelere karşıda Anayasa’nın
148. maddesinin birinci fıkrasına göre, şekil ve esas yönlerinden iptali
istemiyle Anayasa Mahkemesi’ne dava açılamaz.
Bu
kurallarla, devri yasak olan yasama yetkisinin, Cumhurbaşkanının başkanlığında
toplanan Bakanlar Kurulu’nca kullanılmasına olanak verildiği gibi bunlara karşı
Anayasa’ya uygunluk denetimi yolu da kapatılmaktadır. Böylece, hukuk devleti
ilkesi zedelenmekte, Anayasa’nın üstünlüğü ilkesi ortadan kaldırılmaktadır.
Oysa, “demokratik hukuk devleti” kavramıyla amaçlanan, hukukun ve demokrasinin
genel ve evrensel ilkelerine uygun bir anayasanın üstünlüğü ilkesinin kabul
edilmesidir. Olağanüstü yönetim usullerinde de hukukun üstünlüğü ilkesi geçerli
olmalıdır.
Anayasa’ya
uygunluk denetiminin kapsamını kısıtlayan Anayasa kurallarının en önemlisi
Anayasa’nın Geçici 15. maddesidir. Anayasa’nın Geçici 15. maddesinin son
fıkrasına göre, 12 Eylül 1980 tarihinden , ilk genel seçimler sonucu toplanacak
Türkiye Büyük Millet Meclisi, Başkanlık Divanı oluşuncaya kadar geçecek süre
içinde, çıkarılan kanunlar, kanun hükmünde kararnameler, alınan karar ve
tasarrufların Anayasa’ya aykırılıkları iddia edilemez.
Anayasa’ya
uygunluk denetimi yapılamayan kuralların büyük bir bölümünü, Milli Güvenlik
Konseyi döneminde çıkarılan yasalar oluşturmaktadır. O dönemde yürürlüğe konulan
626 yasa anayasa yargısı denetimine bağlı değildir.
2443
sayılı Devlet Denetleme Kurulu Kanunu, 2461 sayılı Hâkimler ve Savcılar Yüksek
Kurulu Kanunu, 2547 sayılı Yüksek Öğrenim Kanunu, 2576 sayılı Bölge İdare
Mahkemeleri Kanunu, 2577 sayılı İdarî Yargılama Usulü Kanunu, 2797 sayılı
Yargıtay Kanunu, 2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanunu, 2820 sayılı Siyasi
Partiler Kanunu, 2821 sayılı Sendikalar Kanunu, 2839 sayılı Milletvekili Seçimi
Kanunu, 2845 sayılı Devlet Güvenlik Mahkemelerinin Kuruluş ve Yargılama Usulleri
Hakkında Kanun, 2898 sayılı Dernekler Kanunu, 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri
Yürüyüşleri Kanunu, 2941 sayılı Seferberlik ve Savaş Hali Kanunu, 2942 sayılı
Kamulaştırma Kanunu, 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama
Usulleri Hakkında Kanun, 2954 sayılı TRT Kanunu ve Türk Ceza Kanunu ile
Sıkıyönetim Kanunu’nda değişiklikler yapan kanunlar bu dönemde çıkarılan ve
yargısal denetimi yapılamayan yasaların önemli bir bölümünü oluşturmaktadır.
Anayasa’da
yasama işlemlerinin yargısal denetimi, oldukça sınırlanmıştır. Denetim
alanındaki daraltmalar, yürütmeye bağımlılığı ve kısıtlı görevleri nedeniyle
yargı erki, gerçek ve etkili biçimde yargı yetkisini kullanamama durumundadır.
Oysa, “Anayasa Yargısına egemen olan düşünce, Anayasa kurallarının üstünlüğünü
ve dokunulmazlığını sağlamaktır. Anayasa Mahkemesi’nin görev alanında bu amacın
gerçekleşmesi, tüm yasa ve kanun hükmünde kararnameler kurallarının Anayasa’ya
uygunluk denetiminden geçirilerek, içerik ve kapsamları ile incelenmesine
bağlıdır. Ancak, Anayasa’da yasama işlemlerinin yargısal denetimine getirilen bu
sınırlamalar hukuk devleti ilkesinin yaşama geçirilmesini engellemektedir.
“Hukuk
devleti” ya da “hukuka bağlı devlet”, yönetenlerinde yönetilenler gibi hukuk ile
bağlı kılınmasıdır. Devletin üstün otoritesinin hukuka bağlılığının
sağlanmasının ilk koşulu, yargı denetiminin devletin tüm organlarını
kapsamasıdır. Hukuk devleti, ancak tüm devlet organlarının yargısal denetime
bağlı tutulmasıyla gerçekleşebilir. Hukuk devletinin olmazsa olmaz koşulu
idarenin yargısal denetimidir.
Anayasa
Mahkemesi’nin bir kararında da (25.5.1976 günlü 1976/l E, 1976/28 K sayılı
karar), “Yargı denetimi , hukuk devleti ilkesinin diğer öğelerinin güvencesini
oluşturan temel öğedir. Çünkü, insan haklarına saygılı olmayan ve
davranışlarında hukuka ve Anayasa’ya uymayan bir yönetimi bu tutumundan caydıran
ve ona meşruluk ve hukuksallık sınırı içinde bakmak zorunda bırakan güç, yargı
denetimi gücü ve yetkisidir. Bu nedenle, yargı denetiminin etkinliğini ortadan
kaldıran ve onu sadece biçimsel bir denetim niteliğine dönüştüren yasa kuralı
Anayasa’nın 2. maddesindeki hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmaz” denilmiştir.
Anayasa’nın 125. maddesinde, “İdarenin her tür eylem ve işlemlerine karşı yargı
yolu açıktır” denilmesine karşın, ikinci fıkrada Cumhurbaşkanı’nın tek başına
yapacağı işlemler ile Yüksek Askeri Şûra kararları, yargı denetimi dışında
tutulmuş, bunun yanı sıra Anayasa’da idarenin yargısal denetiminin niteliği de
sınırlanmıştır. 125. maddeye göre, “Yargı yetkisi, İdari eylem ve işlemlerin
hukuka uygunluğunun denetimi ile sınırlıdır. Yürütme görevinin kanunlarda
gösterilen şekil ve esaslara uygun olarak yerine getirilmesini kısıtlayacak,
idari eylem ve işlem niteliğinde veya takdir yetkisini kaldıracak biçimde yargı
kararı verilemez.
İdari
işlemin uygulanması halinde telafisi güç veya imkânsız zararların doğması ve
idari işlemin açıkça hukuka aykırı olması şartlarının birlikte gerçekleşmesi
durumunda gerekçe gösterilerek yürütmenin durdurulmasına karar verilebilir.
Kanun,
olağanüstü hallerde, sıkıyönetim, seferberlik ve savaş halinde ayrıca milli
güvenlik, kamu düzeni, genel sağlık nedenleri ile yürütmenin durdurulması kararı
verilmesini sınırlayabilir”.
Anayasa’nın 105. maddesinin ikinci fıkrasında da, Cumhurbaşkanının resen
imzaladığı kararlar ve emirler aleyhine ... yargı mercilerine başvurulamayacağı
belirtilmiştir. Anayasa’nın 104. maddesinde Cumhurbaşkanının görev ve yetkileri
sayılmış; maddenin son fıkrasında da Cumhurbaşkanının, ayrıca ... kanunlarda
verilen seçme ve atama görevleri ile diğer görevleri yerine getireceği ve
yetkileri kullanacağı öngörülmüş; 105. maddenin birinci fıkrasında da,
“Cumhurbaşkanının ... diğer kanunlarda ... tek başına yapabileceği belirtilen
işlemleri...”nden söz edilerek yasa koyucuya Cumhurbaşkanına tek başına idarî
işlem yapma yetkisi verme olanağı tanınmıştır. Böylece, Anayasada sayılanlar
dışında yasa koyucuya idarî yargı denetiminin kapsamını daraltma konusunda yetki
verilmişti. Kişilerin hukuksal durumlarını etkileyebilecek olan ve
Cumhurbaşkanının Devletin başı sıfatıyla değil, yürütme organının başı sıfatıyla
tek başına yapacağı işlemlerin yargı denetimi dışında tutulması hukuk devleti
ilkesi ile uyuşmaz.
Anayasa’nın 125. maddesinin ikinci fıkrası ile Hakimler ve Savcılar Yüksek
Kurulu’nun kararlarını da yargı denetimi dışında bırakılması da aynı
niteliktedir.
Anayasa
kuralları ile idarî yargı denetimine getirilen bu sınırlamalar hukuk devleti
ilkesini önemli ölçüde zedelemektedir.
Uyarma ve
kınama cezalarının yargı denetimi dışında bırakılabileceğinin öngörüldüğü
Anayasa’nın 129. maddesinin üçüncü fıkrası ve Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu
kararlarına karşı yargı mercilerine başvurulamayacağına ilişkin 159. maddenin
dördüncü fıkrası ile idarî yargı denetimine getirilen sınırlamaları Cumhuriyetin
hukuk devleti niteliği ile bağdaşmadığı kuşkusuzdur.
İdarenin
hukuka uygunluğunun tam olarak sağlanabilmesi için yargı denetiminin yaygın
olması, başka bir anlatımla kimi idarî işlem ve eylemlerin idarî yargı denetimi
dışında tutulmaması kadar, hak arama özgürlüğünün herkese açık olması da
gereklidir. Ancak, yasalarda yapılan değişiklikler ile idarî işlemlere karşı
dava açabilecek kişiler sınırlanarak, ya da idarî sözleşmelerin özel hukuk
kurallarına bağlı oldukları ve imtiyaz teşkil etmeyeceklerine ilişkin yasa
kuralları koyularak idarî yargı denetimi daraltılmaktadır. Nitekim, 2577 sayılı
İdarî Yargılama Usulü Kanunu’nun 2. maddesinin 1. bendinin ( a) alt bendinde yer
alan “... menfaati ihlâl edilenler...” ibaresi ... 10.6.1994 günlü 4001 sayılı
Yasa’nın 1. maddesiyle ... “kişisel hakları ihlâl edilenler...”
imar hukukcusu
Copyright © Imar Hukukcusu Tüm hakları saklıdır.
Yayınlanma:: 2007-06-08 (1047 okuma)
[ Geri Dön ]
|
|
|
|